Dünya Mirası Adalar'da Derya Tolgay ve Nevin Sungur, 'Marmara Yaşasın' serisinin altıncısında sanatçı Sibel Horada Coşkun ile Marmara Denizi’nden topladığı atıklarla oluşturduğu, Yapı Kredi Kültür Sanat’taki 'Suyun Şekillendirdikleri' sergisi üzerine konuşuyorlar.
Derya Tolgay: Herkese merhaba, Apaçık Radyo'da Dünya Mirası Adalar programında birlikteyiz. Teknik masada Andreı Grıtcu ve destekçimiz Dilek Bektaş'a çok teşekkür ediyoruz. Ben Derya Tolgay. Nevin sanırım bağlanmaya çalıştı ama olmadı, bu şekilde başlayalım efendim biz yayınımıza.
Biz, ‘Marmara Yaşasın’ serimizin bugün altıncısını yapıyoruz. Müsilajın yeniden, önce Marmara Denizi’ne, daha sonra da Çanakkale Boğazı'ndan çıkıp şimdi Ege'ye yayıldığını görüyoruz. Ben bugün adadan gelirken müsilajı görüntüledim ve sosyal medyamızda da paylaştım. Her gün görüyor ve artışına şahitlik ediyoruz. Henüz kışın başındayız. Bizi bekleyen felakete şahitlik edip, bile bile hiçbir şey yapılmadığını görmenin biraz acısı, öfkesi ve utancı içindeyiz. Bu nedenle de konuyu gündemde tutmaya çalışıyoruz.
‘Marmara Yaşasın’ serisinde hatırlarsanız; hukukçu, akademisyen, şehir plancı, hidrolog, belgeselci, aktivist, balıkçı ve balık adam konuklarımız oldu ve bunlar farklı disiplinlerden konuklarımızdı. Bu kez de Marmara Denizi'ne bir sanatçının, Sibel Horada Coşkun’un gözünden bakacağız. Sibelciğim hoş geldin.
Sibel Horada Coşkun: Merhabalar, hoş bulduk.
D.T.: Stüdyoda seninle böyle karşılıklı program yapıyor olmak harika. Birçok kez adada, özellikle Marta Koyu’nda birlikte olduk. Sibel Horada Coşkun, Burgazadalı. Seninle geçen hafta sonu Yapı Kredi Kültür Sanat’taki ‘Suyun Şekillendirdiği’ sergisinde birlikteydik. Çoluk, çocuk hep beraber gezdik.
S.H.C.: Evet, serginin ismi ‘Yeryüzü Halleri’. Bu bir karma sergi. Benim 2019'dan beri üzerinde çalıştığım ‘Suyun Şekillendirdiği’ adında bir serim var, onu birlikte gezdik. Başlıklar da çıktı bu üretimlerle birlikte. Sizi gezdirmek, sizi ağırlamak çok keyifliydi çünkü hepiniz adadan gelmiştiniz.
D.T.: Ben de hemen vurgulamak istiyorum. Sergiyi 30 Mart'a kadar görebiliyoruz, değil mi?
S.H.C.: Evet.
D.T.: Uzun soluklu bir sergi. 11 sanatçının ekoloji odaklı eserleriyle katıldığı bu sergiyi dinleyicilerimizin kaçırmamasını öneririz.
Şimdi söz senin; istersen bize bu sanat yoluyla gerçekleri yüzümüze vurma fikri nasıl oluştuğunu anlat. Bu arada ben seni tanıtmadım, herkes tanıyor diye düşündüm, çok özür dilerim, hemen başlıyorum.
Kentsel, arkeolojik ve ekolojik kültürlerle ilgileniyor; çalışmalarında kişisel ve kolektif kayıp olanın tarihine odaklanarak, yok olmakta olanın belleğini tuhaf rastlantısal örüntüler etrafında sorguluyorsun. ‘Bellek kayıp olanın sadece hafızasını tutmak değil onu süregelen bir biçimde yeniden üretmek ve dönüştürmektir’ diyorsun. Çalışmalarında metin ve form birlikteliğini kullanıyorsun. Araştırmalarını şiirsel heykel yerleştirmelerde somutlaştırıyorsun - aynı sergide de gördüğümüz gibi. Lisans eğitimini ABD'de Brown Üniversitesi Görsel Sanatlar Bölümü’nde tamamladın ve ardından da 2011 yılında Yıldız Teknik Üniversitesi Sanat ve Tasarım Fakültesi'nde yüksek lisans dereceni aldın. İlk kişisel sergini 2012'de açtın ve o zamandan bu yana müthiş bir üretimle geldin.
S.H.C.: Yapı Kredi’deki son sergimden başlayayım; Burgazada’dan doğdu bu iş. Ben çocukluğumdan beri Burgazadalı bir yazlıkçıyım. Yazlıkçı diyorum ama yetişkin yıllarımda artık adanın kışını da seven ve bilen, imkanlar doğrultusunda yaz-kış orada kalmaya çalışan bir aileyiz.
2008 yılında evlilik yıldönümümüzde eşime şişme bir kano hediye etmiştim. Biz o kanoyla adanın arkasındaki sahile giderek kıyı temizliğini yapmaya başladık. Bu kıyı temizlikleri zaman içerisinde ailemin, eşimin, çocukların bir aktivitesi olarak yaptığı ve giderek komşulara da bulaşan gündelik bir pratik halini aldı. Hatta mahalle meclisinde kıyı ve orman temizliği aktiviteleri yaptık. Bu, bir adaya ait olma halinin bir parçası haline geldi ve kıyı temizlikleri esnasında beni en çok cezbeden bir takım çöpler arasında strafor gibi köpüksüz malzemeler, köpüksüz plastikler olmasıydı. Bu plastikler bana ilginç geliyordu çünkü çok renkliler. Deniz çok uzaktan taşıyor onları ve parçalanarak geliyorlar, bir çeşit göçmen gibiler aslında. Üzerlerinde seyahatlerine dair bir takım izler barındırıyor, orijinlerine dair bir takım şeyler söylüyorlar. Parçalanarak giriyorlar ve çok hafif oldukları için kıyı şeridinde de en uzağa onlar gidiyor. Üzerlerinde çeşitli şiddet katmanlarının izlerini okuyabiliyoruz. Mesela bir kısmı da moloz - birileri denize moloz dökmüş - ya da yalıtım malzemesi. Bazıları balıkçı kasalarından ya da ambalajlardan arta kalan parçalar. Bazılarının üzerinde su kuşlarının gaga izlerine rastlıyoruz, tabii biliyoruz ki kuşlar bunları yiyorlar fakat sindiremedikleri için mideleri doluyor ve sonunda açlıktan ölüyorlar. Bütün bu malzemeler, bu izlerle birlikte sahile vuruyor. Mağaraların içerisinde, kıyıda dalgalarla şekillenerek, çakıl taşı gibi formlar da alıyorlar yani deniz bu yapay malzemeye çok farklı davranmıyor, adeta onlar da doğanın bir parçası olmuş vaziyetteler.

Ben ilk defa 2019 yılında bir sergi için bunları bir araya getirerek, deniz kenarında yaşayan sanatçıların taşlarla yaptığı biçimlere de benzeyen naif heykeller yapmaya başladım. Bunlar duvar rölyefleriydi. Yapı Kredi'deki sergide bu ilk yaptığım bu heykelleri görebiliriz. Onlara ‘Suyun Şekillendirdiği Takım Yıldızları’ adını verdik. Başka yeni heykeller de var yani ‘Mantarsı Yapılar, Mağarasal Oluşumlar, Sarkıtlar ve Dikitler’ gibi yeni başlıklar da eklendi. Strafor ve poliuretan ve diğer köpürtülmüş plastik malzemeye buzdolapları eklendi. Poliüretan malzemeyi deniz kıyısında çok fazla buluyordum, giderek ilgimi çekmeye başladı ve hatta bunlarla heykeller yaptım ama tam olarak nereden geldiğini kestiremiyordum - ta ki bir hurdacıda geri dönüşüm sürecini tamamlamış buzdolabı kütleleri görene kadar. Bütün metalini, para eden her şeyini buzdolabının üzerinden söktükten sonra altta plastik yalıtım malzemesi kalıyor ve bunlar o kadar ucuz ki geri dönüşüme göndermeye değmiyor veya molozla veya çöple birlikte atılıyor. Bütün bu kütlenin çoğu da hava olduğu için de çok yer kaplıyor, giderek dünyada yaşam alanlarımızda birikmeye başlıyor. Bu benim ilgimi çekiyor, o yüzden taşlarla ilişkilendiriyorum.
D.T.: Demin bahsettiğin hurdacıyı Kınalıada'da buldun değil mi?
S.H.C.: Evet, ilk olarak Kınalıada'nın eski taş ocağında gördüm. Bu hurdacı herhalde orada malzemelerini biriktiriyor ki bu da ilginç çünkü bu seride taşlar ve bu köpürtülmüş plastikler arasında bir ilişki kuruyorum. Hem denizin onlara davranışı, sahillerdeki taşlar, çakıl taşları, hem de tortul kayalar, birikmesi ve geleceğin arkeolojisini teşkil etmeleri açısından bir ilişki kuruyorum. O yüzden taş ocağında onları görmek de ilginç bir bağlantı oluşturdu.
Nevin Sungur: Sibel, aslında deniz dibinde de bir sürü bu tür malzeme olabiliyor. Kusura bakmayın bu arada, teknik arıza yüzünden yayına şimdi katılabildim.
D.T.: Hoş geldin.
S.C.H.: Hoş geldiniz. Evet, metalleriyle batmış bir buzdolabı denizin dibinde de olabilir ama strefor genelde batmıyor. Yassıada ve Sivriada arasında bir fay hattı var. Oraya moloz döküldüğüne şahit olan arkadaşlarımız var. Orası çok derin olduğu için dalgıçlar inip de bakamıyor yani kanıt yok. O kanıtlanabilirliğin altında bir derinliğe iniyor moloz fakat strafor yüzüyor yani o molozdan yırtılan strafor yüzüp bizim adanın arkasına, insansız kıyılara geliyor.
D.T.: Evet, bu küçük partiküller bizim vücudumuzda, damarlarımızda da var yani kanda tespit edilmiş.
S.H.Cç: Strafor, mikroplastikleşme, dağılma halini de çok iyi anlatan bir malzeme çünkü çok kırılgan.
D.T.: İnsanlar genellikle bu görünür olmayan şeylerin etkilerini düşünmekte zorlanıyor. Biz Marmara'yı bir çöp kovası gibi düşünerek her şeyimizi atıyoruz ve gözden kayboluyor ancak sonra yüzümüze müsilajla çarpıyor ya da senin eserlerinde olduğu gibi daha sanatsal bir şekilde yüzümüze çarpıyor.
S.H.C.: Aslında bastırılmış olanın hortlaması gibi. Derin deniz deşarjıyla görülemeyecek, kanıtları rahatlıkla gösterilemeyecek ve ölçülemeyecek bir şekilde denize bırakılan o pisliklerin sonra müsilaj olarak yüzeye çıkması bir çeşit hortlama gibi geliyor.
D.T.: Görünmezlik algısı var orada, denizi sınırsız bir yutucu olarak görüyoruz.
S.H.C.: Ama deniz yutmuyor, kusuyor.
N.S.: Evet, maalesef.

D.T.: Sergide bunu çok etkileyici bir şekilde görüyoruz.. İstersen biraz daha gerilerden gelelim. Adalı olmandan dolayı belki de bu konu senin aklında ve işlerinde hep vardı, değil mi?
S.H.C.: Evet, aslında bu Adalı olma hali birkaç işimde anlatım buldu. Mesela, 2019'da Hera Büyüktaşçıyan ve Ayfer Aydın ile Ruhban Okulu'nda, Deniz Yaşamını Koruma Derneği'nin düzenlediği ‘Derin Akıntı’ sergisini yapmıştık.
Burada, Deniz Yaşamını Koruma Derneği’nin bir projesi olan ‘Mercan Göç'ü üzerine çalışmıştım. Bu, beni çok etkileyen bir şeydi. Bir kere onlar sayesinde Marmara'da bir mercan resifleri olduğunu öğrenmiştim. Bu resifler Yassıada inşaatının sedimentasyonu yüzünden ölüyorlardı. Deniz doldurulması sırasında resifler çok zarar gördü. Sivriada'da da inşaat olacaktı ve belki de açılan davalar sayesinde o proje sonra iptal edildi ama Sivriada'nın mercan resif popülasyonu da tehlike altına girmişti. Dernek onları korumak için bir göç projesi başlattı. Bu gen havuzunu korumak için, denizin 15-20 metre derinliğindeki, mercanları çelik alır gibi bitkilerden kesip, Neandros Adası’nda inşaat yapılamayacak kadar küçük bir kayalığa dikiyorlardı. Suyun altında yapılan bu çalışmayı daha görünür kılmak için farklı bir irtifada, Ruhban Okulu'nda bu sergiyi düzenledim. Ancak bu sergi benim için bir yıkımla sonuçlandı; orada ağırladığım mercanlar öldüler ki kullandığım teknolojiye çok güvenmiştim. Çok absürt bir teknoloji kullanmıştım.
D.T.: Senin için de bir yüzleşme oldu değil mi?
S.H.C.: Evet, aslında şunu da deneyimlemiş oldum. Pandemide de yaşadık bunu. İnsanlık çok ileri bir yerde fakat ekolojik yıkımlar o kadar hızlı geliyor ki bir şeyi hesaplamamış oluyoruz mesela çünkü ekosistem çok karmaşık. O arada müdahale edebiliriz belki ama o yıkım müdahale hızından çok daha güçlü oluyor ve orada yaşadığınız çaresizlik hissi. Onu çok sert bir şekilde yaşamıştım. Pandemi sırasında bu yaşandı; teknoloji var, aşı gelecek ama gelemiyor bir türlü vebu arada sevdiklerimizi kaybediyoruz. O yaşadığımız çaresizlik bir video işine dönüştü.

D.T.: ‘Batık Ada’ismiyledeğil mi? Görünmez, o mu?
S.H.C.: Evet, gene Deniz Yaşamını Koruma Derneği'nden Volkan Narcı ile ilk defa daldım. Vordonisi adası, ilk ada işim olabilir. Bu sefer küratör olarak 2017'de bir sergi yaptım.
D.T.: O zaman program da yapmıştık galiba değil mi?
S.H.C.: Program da yapmıştık, evet. Marmara adalarının bir tanesi ama suyun altında, batık bir ada Vordonisi. 11. yüzyılda depremlerle battığına inananlar var. Ne zaman ve neden batmış olduğunu, üzerinde bir manastır olup olmadığını bilmiyoruz. Bu batık ada kavramı üzerinde, adalalık halini, görünür olma, görünmez olma, bastırılmış olma hallerini anlatmaya çalıştık. Batık olmasına rağmen Vordonisi’nin etkisi çok somut yani oradan geçen bir gemiyseniz ve orada bir batık ada olduğunu bilmiyorsanız, sizin için çok iyi olmaz. O yüzden oradan vapurların falan geçmesini engelleyen bir takım kısıtlamalar var. Bu imge etrafında 13 sanatçıyı ve bir akademisyeni bir araya getirdiğim bir sergi olmuştu. Vordonisi'ye ilk defa tüple dalmıştık Volkan Narcı’yla ve bu sanatçılara Ruhban Okulu'ndaki sergiyi organize etme ilhamını verdi, gene birlikte çalıştık. Kısacası benim üretimimde ada çok merkezi bir yerde duruyor.
D.T.: Nevin sen hatta mısın?
N.S.: Hattayım.
D.T.: Tamam. Senin sormak istediğin bir şey var mıydı?
N.S.: Sibel, adanın üretiminin çok merkezinde olduğunu söyledin. Mesela müsilajla ilgili bir şey yapmayı düşünüyor musun?
S.H.C.: Müsilajla ilgili bir şey yapar mıyım bilmiyorum ama müsilajın çıktığı ilk sene benim de‘Kesinti ve Akış’ adında kişisel bir sergim olmuştu. Müsilajı ebruya benzettiğim için ebru yapıyordum, ilginçti ama sonuçta tiksinç olanı dönüştürmek. Tiksinç olan nedir? Görmek istemediğimiz yani müsilaj gitsin, görmeyelim, iğrenç bir şey gerçekten ve aynı şekilde deniz kenarında taşların arasında plastik görmek de çok iğrenç. Kumdan yalıtım malzemeleri gibi şeyler çıkarmak gerçekten insanı rahatsız ediyor. O tiksinçliği biraz dönüştürmeye çalışıyorum. Belki bundan bahsetmedik yani çocuksuluk.
N.S.: Farkındalık oluşturmak adına tabii.
S.H.C.: Farkındalık oluşturmak veya çocuk enerjisiyle, bir oyun enerjisiyle bu kabusa yaklaşmak. İnsanlar, hayvanlar ve diğer canlılar ya da dünya bu işin içinden nasıl çıkacak? Karamsarlıkla, dibe vurmakla değil de...
D.T.: Kızlarınla topladın bütün onları ve onların da başka bir gözlem yapmasını sağladın.
S.H.C.: Evet.
D.T.: Çocukların ve gençlerin, orada, senin yaptığın çalışmanın içinde olmaları çok önemli.
S.H.C.: Evet, kızlarımın çok katkısı var, özellikle de strafor toplama işlerinde. Çok değerli bir şey zannediyorlardı straforu ve o çocuksu enerjinin sanatıma getirdiği şey çok değerli diye düşünüyorum.
D.T.: Biz programın sonuna geldik. Maalesef çok hızlı geçti. Program konuğumuz, sevgili arkadaşımız, Burgazadalı sanatçı Sibel Horada Coşkun'du. Sizlere halimizi, ülkenin ve dünyanın halini çok iyi anlattığını düşündüğümüz bir parçayla veda etmek istiyoruz. Bu şarkı, inişlerimiz, çıkışlarımız, duygu durumlarımız ile ilgili.
Hep beraber ‘Adalar hepimizin’ deyip kapatalım olur mu?
N.S.: Adalar hepimizin!
D.T.: Çok teşekkürler.